KITANIN IKI UCUNDA IKI HÜZÜNLÜ MABED

KITANIN İKİ UCUNDA İKİ HÜZÜNLÜ MABED-KURTUBA VE AYASOFYA


Mükerrem Cahide Saraoğlu (Moral Dünyası Dergisi- Aralık 2011)


Hızlı trenden indikten hemen sonra, turizm bürosundan “La Mezquita Katedral”e nasıl gidileceğini öğrenip yola koyuluyoruz. Bu İspanyolca isim sizi yanıltmasın, hedefimizde Kurtuba Cami var. Şimdilerde adı La Mezquita Katedral (Mescid Katedral) olsa da, onun bizim gönlümüzdeki adı hâlâ “Kurtuba Ulu Cami”. Yıllardır görmeyi hayal ettiğim mescide, sakin sakin akan Guadalquivir (Vadi el-Kebir) nehrini takip ederek yaklaşıyoruz.
Tarık bin Ziyad’ın 711 yılında askerlerinin kafasından geri dönüş düşüncesini ortadan kaldırmak için, gemileri yakarak fethettiği topraklardayız. Bir dönem bilim, kültür ve sanatın merkezi olmuş, İslam medeniyetinin ışığıyla yüzyılları aydınlatmış Endülüs’teyiz. Bundan 10 asır öncesinde en parlak çağını yaşayan bu topraklar, Avrupa rönesansının da beşiği olmuş. Burada yetişen Avrupalı öğrenciler gittikleri yerlerde üniversiteler kurmuşlar. Avrupa’nın Ortaçağ karanlığında cehalet hâkimken, Endülüs coğrafyasında köylerde bile okul varmış ve okuma-yazma oranı çok yüksekmiş. Endülüs şehirleri hastaneleri, üniversiteleri, kütüphaneleriyle çağın cazibe merkezleriymiş.

1300 yıl öncesine yolculuk
Zahirde İspanya’nın Cordoba şehrindeyiz. Ama benim gönlüm Kurtuba’da. Zamanı aşıp hayalen yüzyıllar öncesine yolculuk ediyorum. Çağdaşı şehirlerle karşılaştırabilmek için yol üstünde 1300 yıl önceki Paris’e uğruyorum. Paris’in o günlerde nüfusu 40 bin civarında. Avrupa’nın karanlık dönemleri... Dine aykırı olduğu gerekçesiyle bilim ve sanat faaliyetleri yasak, insanlar ise cehalet içinde. Şehir ve insanlar temizlikten oldukça uzak, tuvalet bile bilinmiyor buralarda.
Gündüzü sıkıcı, gecesi karanlık bu şehri hemen terk edip, Kurtuba’ya ulaşıyorum. Kurtuba, Paris’in aksine insanların akın ettiği bir şehir. Nüfusu 500 bin olan bir medeniyet şehri.
İstisnasız her biri mescide çıkan, dar ama ferah sokaklarda dolaşmaya başlıyorum. Sokakların darlığı aslında güneşin kavurucu etkisinden korunmak için, yoksa Endülüs insanı oldukça geniş görüşlü. İçimi bir huzur kaplıyor adeta. Ortaçağda farklı bir Avrupa coğrafyasındayım. Sokaklar temiz, insanlar temiz. Biraz önce Paris’te tuvalet yok demiştim ya, Kurtuba’da geçin tuvaleti kanalizasyon şebekesi bile var.
Şehri hayalen gezerken iki katlı şirin evlerden birinin kapısını açık bulup dalıyorum içeriye. Beni ferah bir avlu karşılıyor. Ortasında fıskiyeli bir havuz. Suyun sesi bu öğle sıcağında içimi ferahlatıyor. Havuzun suyuyla oynamaya dalmış evin minik çocuğunu oğluma benzetiyorum. Arada yüzyıllar da olsa çocuk fıtratı aynı işte, üstü başı sırılsıklam olsa da farkında değil, öyle dalmış ki. Evin hanımı avludaki rengârenk çiçekleri suladıktan sonra çamaşır yıkamaya hazırlanıyor. Birden 10. yüzyılda olduğumu hatırlayarak evde bu kadar bol su nasıl bulunur diye düşünüyorum. Meğerse evlerdeki su Vadi el-Kebir nehrinden geliyormuş. Çarklı sistemlerin çektiği su, arklarla bahçe ve evlere taşınıyormuş. Endülüs Müslümanları temizliğe o kadar düşkünmüş ki, dillere destan olmuş. O günün insanı için söylenen, “Allah’ın kulları arasında giyim-kuşamları, ev eşyaları ve diğer hususlarda temizliğe en fazla dikkat edenler Endülüslülerdir. Onların en fakiri bile elinde kalan son parayı, gider çamaşırlarını yıkamak için sabuna verir ve o günü de oruçla geçirir. Asla göze hoş gelmeyen bir görüntü ile toplum içine çıkmaz” sözünün yanı sıra, şehirdeki 990 hamam da şahit olduğum nezafetin bir ispatı aslında.

10. yüzyıldayım ve hâlâ şirin Endülüs evindeyim. Evden çıkmaya hazırlanan aksakallı dedeyle temiz yüzlü gencin istikametleri aynı: Kurtuba Ulu Cami. Ama genç biraz daha telaşlı gözüküyor çünkü kitaplarından birini bulamamış. O dönem camilerin sadece namaz için değil, okul ve pek çok sosyal faaliyetin de merkezi olarak kullanıldığı bir dönem olduğunu unutmayalım. Namazdan sonra dersi var gencin anlaşılan. Yaklaşık 1,5 asır sonra İbn-i Rüşd’ün de ders vereceği bahçede kim bilir hangi derse iştirak edecek şimdi? Onları takip ediyorum. Yolları Yahudi mahallesinden geçiyor. Genç, Yahudi arkadaşlarıyla şakalaşırken, ezan sesiyle birlikte hızla camiye yöneliyor. Üç büyük dinin mensupları huzur ve hoşgörü içinde yaşıyor burada. Cami istikametinde yürürken sokak lambalarını fark ediyorum. İlmin aydınlığını her daim hissettiğiniz bu şehir geceleri de apaydınlık. Üstelik lambalar birbiriyle bağlantılı ve onlara sürekli yağ taşıyan bir şebekeyle besleniyorlar. Paris’e ve Londra’ya bakıyorum, gündüzleri gibi geceleri de karanlık onların.

Kurtuba Camii
Neyse ki ezan bitmeden camiye ulaşıyorum. Dışarıdan bile muhteşem bir estetiğe sahip burası. Avluya adımımızı atıyorum, beni hurma ağaçlarının gölgesinde huzurla abdest alan nezih Endülüs insanları karşılıyor. Asıl mescidin içini merak ediyorum. Sabırsız adımlarla ilerliyorum. İnanılmaz güzellikte burası. Sanki bir sütun ormanı içerisindeyim. Dile kolay tam 1419 sütun, onların üzerlerinde hurma ağaçlarını andıran çift katlı kemerler. Kemerlerin rengi kırmızı ve beyaz. Bu renkler Emevilerin vatanlarına özlemlerini yansıtıyor, güneş ve kumu temsil ediyor.
Hayallerimi süsleyen bu mescitte hemen namaz kılmak istiyorum. Çünkü günümüzde Kurtuba Camii’nde namaz kılmak yasak. Namazı ancak hayalimde kılabilirim. Endülüslü nezih ve aydınlık Müslümanlarla birlikte, huşu içinde namazımı eda ediyor ve hiç ama hiç istemeyerek 21. yüzyıla dönüyorum.
2010 yılında Kurtuba Camii’ndeyim, ama burası çok karanlık. Hıristiyanlar kiliseye çevirdikleri bu mabedin cami havasının kaybolması için geniş 20 kapıyı duvarla örüp kapatmışlar. Üstelik dört bir tarafı küçük kiliseciklerle çevrilmiş. Ortada ise 400 sütunun yıkılarak inşa edildiği halen kullanılan haç şeklinde bir kilise var. Her yer heykelle dolu. Avludaki şadırvanlar da yok şimdi, hurma ağaçları da. Minarenin yerinde ise haşmetli bir çan kulesi var. Hayalimdeki huzur dolu havadan eser kalmadı. İçim acımaya başladı. Benim içimi bu kadar acıtan belki de bu caminin içine kadar giren zulüm ve vahşetin büyüklüğü. İşgalciler şehri ele geçirince camiye sığınan Müslümanları bile canice öldürmüşler. Bugün gördüğümüz caminin o eşsiz işlemeli kapılarından Müslüman kanları akmış, düşünebiliyor musunuz? Oysa Endülüs Emevileri bu şehri fethettiklerinde camiye ihtiyaç duymuşlar ve burada mevcut kilisenin yarısını parayla kiralamışlardı. İsteselerdi rahatlıkla kiliseyi camiye çevirebilirlerdi.
İşgal sonrası caminin yanındaki Vadi el-Kebir nehrinin bir dönem kırmızı, bir dönem de mürekkep rengi aktığı söyleniyor. Katledilen Müslümanların kanları nehri kırmızıya, Kurtuba kütüphanelerinden nehre boşaltılan binlerce kitap ise maviye boyamış nehrin sularını. Baskı, vahşet ve işkenceler yüzyıllarca sürmüş. Burada zulüm sadece insanlara değil, insanlığa da yapılmış. Öyle ki Endülüs topraklarında işgal edilen her yerde kütüphanelerdeki binlerce kitap ya yakılmış, ya nehirlere boşaltılmış. Nobel ödüllü Fransız fizikçisi Pierre Curie’nin “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyorduk” sözleri insanı hüzne boğuyor.

Kurtuba’dan Ayasofya’ya
Kurtuba Camii’ndeyken birden hatırıma Ayasofya düşüyor. Geçen yıl gezdiğimde güzelliğine, ihtişamına hayran kalmış, bir o kadar da hüzünlenmiştim. Şimdi Kurtuba Camii’nde yaşadığım içli duygular beni aniden kıtanın öbür yanına, Ayasofya’ya götürdü. Hüznüm ikisini hayalimde birleştirdi. Biri Avrupa’nın batı ucunda, diğeri doğu ucunda sessizce oturan iki heybetli kişilik. Simalarında tarif edemediğim garip bir ifade var. Biz fark etmesek de zaman zaman dertleşiyor gibiler. İkisi de bir zamanlar medeniyette en ileri seviyeye ulaşmış bilim adamlarını, sanatkârlarını, düşünürlerini, adil yöneticileri ağırlamışlardı sinelerinde. Minarelerinden okunan ezan seslerini, biri boğazın mavi sularını diğeri Vadi el-Kebir nehrini temaşa ederek dinliyordu. Her daim huzur içinde Yaratıcılarına şükreden sacidleri vardı.
İkisi de şimdi o günleri hatırlayıp ah çekiyor olmalılar. Etraflarında koşuşup duran mutlu insanları arar gibiler. Kurtuba “Sen yine de şanslısın” diyor Ayasofya’ya. “En azından ezan sesi duyuyor, komşunda namaz kılmak için koşuşturan insanları seyrediyorsun. Minarende çan sesi yok, sinende ayin yapılmıyor.” Ayasofya hak veriyor ona. Yine de memnun değil halinden. İkisi birlikte bir gün yeniden tevhidin ışığında yeşermiş bilim, kültür, sanatın merkezi iki şehrin, iki gözde mabedi olmayı hayal ediyorlar.
Aslında bizim hayalimiz de bu değil mi? Yüzyıllar öncesinde kaybettiğimiz; kıtaları, asırları aydınlatmış medeniyetin özlemini duymuyor muyuz içimizde? Bunun gerçekleşeceğine inanmıyor muyuz içtenlikle? Bunun için çalışmıyor, bunun için yetiştirmiyor muyuz çocuklarımızı?
Avrupa kıtası tekrar gözümün önünde... Kıtayı bekleyen iki bekçi görüyorum, ikisi de mahzun, ikisi de heybetli. Doğu uçta Ayasofya, batı uçta Kurtuba Camii… Onların hüznü ruhumun derinliklerinde… Onların hayalindeki gelecek benim de hayalimde…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÇIKMAZ SOKAKLAR

GÜLERYÜZLÜ İNSANLARIN ÜLKESİ ENDONEZYA

YUZYILLARDIR ZIKREDEN SARAY: ELHAMRA