ISTANBUL'A BENZEYEN ŞEHIR LIZBON



İSTANBUL'A BENZEYEN ŞEHİR LİZBON


Mükerrem Cahide Saraoğlu (Moral Dünyası Dergisi-Mayıs 2013)


Yedi tepe üzerinde arzı endam eden, masmavi boğazını iki köprünün taçlandırdığı, denize inşa edilmiş kulesi, yokuşlu dar sokakları, tarihî tramvayı, su kemeri, denize nazır surlarıyla acaba İstanbul’da mıyım dedirtecek bir şehir Lizbon. Şehri gezdikçe daha pek çok ortak yön bulmanız işten bile değil. Pek çok medeniyete beşiklik etmiş, Avrupa’nın doğu ve batı uçlarını tutmuş bu iki şehir birbirlerinden haberdar mıdır bilinmez, ama Lizbon’u karış karış gezenler, İstanbul’un kulağını çınlatmadan edemez.

Lizbon, Portekiz’in başkenti. Portekizlilerin Lisboa olarak adlandırdığı şehir Tejo Nehri’nin Atlantik Okyanusu’yla buluştuğu yerde oluşan haliçte kurulu. İsminin Endülüs dönemindeki “El Uşbuna”dan geldiği düşünülüyor. Nitekim Portekizlilerin telaffuzu “lişboa” şeklinde. İstanbul’a benzeyen bu şehirde İstanbul’da olmadığınızı vurgulayan en önemli şey ise sakinlik. Çünkü şehrin nüfusu çevre yerleşimlerle 2,8 milyonken, merkezde 600 bin civarında. Hele de yaz aylarında tatili çok seven Portekizliler güneydeki şehirlere indiklerinden, Lizbon yaşlılarla turistlerin tadını çıkardıkları sakin bir mekâna dönüşüyormuş.

Şehirde bizim alışık olduğumuz tarzda hareket, koşturmaca da gözlenmiyor. İnsanlar genelde sakin, aceleleri yok. Bu belki yüzyıllarca sömüren devlet olmanın yaşama bir yansıması. Nüfusun yaşlılığı da sakinlikte etkili olabilir tabi, ekonomik krizin etkileri de...

Portekiz’in toplam nüfusu 10 milyon civarında. Lizbon’un turistik yerleri haricinde  dolaşırken ne kadar çok yaşlı insanla karşı karşıya geldiğinizi farkedip üzerinde düşünmemek elde değil. Ülkemizde son yılların yaygın söylemlerden biri olan nüfus artış hızının önemini idrak etmek için Portekiz sokaklarını biraz adımlamak yeterli olabilir. Ülkede önceki yıl 600 ilkokulun öğrenci azlığından kapandığını öğreniyoruz, açıkçası genç nüfusa sahip bir ülkenin vatandaşları olarak bize garip geliyor. Çekirdek aile içindeki bağlar henüz kuzey ülkeleri kadar kopuk olmasa da, pek çok insanın anne-babasını yalnız yaşamaya terk ettiği de acı bir gerçek. Bu şekilde yalnız yaşayan yaşlılar devlet tarafından sistemli takip ediliyormuş. Güzel bir uygulama gibi görünse de amaç düşündürücü. Hayal edin, kimsesiz bir yaşlısınız ve her gün bir görevli sizi arıyor. Amaç ise, ölüp ölmediğinizi tespit etmek. Sürekli bağlarımızın zayıfladığından şikâyet ediyorduk evet ama bu durumu duyunca halimize şükrediyoruz.

Lizbon’da Endülüs Hatıraları
Portekiz dört yüz yıl Endülüs hâkimiyetinde kalmış bir coğrafya. Fakat bugün bir kale ve Portekizce’ye girmiş Arapça kökenli kelimelerden başka hiçbir emaresi kalmamış Endülüs’ün. Portekizce’de pekçok nesne ismin ve terimin Arapça kökenli olduğunu öğreniyoruz. Karşılaştığımız en ilginç kelimeyle ise bir profesör hanımla konuşurken rastlıyoruz. Kendisi tekrar bizi ülkelerinde görmekten mutluluk duyacaklarını söylerken, gayriihtiyari “inşaallah” demişim. Eşim bu kelimenin manasını anlatmaya çalışırken, hanımefendi gülümsedi ve aynı manayı ifade etmek için “oşalah” kelimesini kullandıklarını söyledi. Sanırım “oşalah” Endülüs medeniyetinin bugün dünyada konuşulan diller arasında 6. sırada olan Portekizce’ye en güzel hediyelerinden biri olmuş.

İlginç bir ayrıntı da isimlerle ilgili. Portekizlilerin birden fazla soyadı kullandıklarını duymuş da inanamamıştık. İnsanlar annelerinin ve babalarının soyadını birlikte kullanıyorlar. Üstelik burada insanlar genelde iki isim taşıyorlar. Bayanlar arasında yaygın olan ilk isimlerde Maria ve Fatima başı çekiyor. Bir bayan anne tarafının ve baba tarafının soyadını taşırken bir de kocasının soyadı eklenince üç soyadına sahip oluveriyor. İki isme üç de soyadı eklenince varın siz tahmin edin durumu. Resmî dairelerde isim yazan tabelalar görülmeye değer doğrusu.  

Dört yüz yıl boyunca hüküm sürmüş Endülüs, bu coğrafyadan tamamen silinmiş gitmiş. Ülkeye gitmeden önceki araştırmalarımda Portekiz’de Endülüs’e ait tek bir yapıya ulaşabilmiştim. Lizbon’da bugün Sao Jorge ismiyle anılan kale. Geçtiğimiz yıllarda bir radyo programında Ümit Meriç hanımefendiyi dinlerken onun namazla ilgili bir hayalinden derinden etkilenmiştim. Kendisi dünyanın pekçok yerine seyahat ettiğini, değişik vesilelerle gitmiş olsa bile, öncelikli amacının “gittiği her yerde o toprağı secdelemek” olduğunu belirtmişti. Ve değişik coğrafyalardaki namazlarından ve manevî açılımlarından bahsetmişti. İşte onlardan biri de “Atlas Okyanusu’nun kıyılarında, ecdadın her bir taşını besmeleyle koyduğu kale”de kıldığı namazdı. İşte burçlarından Atlas Okyanusu’nu tefekkür edebildiğiniz Sao Jorge kalesinin o kale olduğunu tahmin ediyordum. Ve bu yüzden mutlaka ziyaret etmemiz gereken mekânlar arasında çoktan kaydedilmişti Sao Jorge kalesi. Gitmeden önce seyrettiğim bir gezi programının biraz şımarık tavırlı sunucusunun bizim için Endülüs hatırası kale için “Bu kale Araplardan şu tarihte ele geçirilmiş” tarzındaki sözleri de içime dokunmuştu doğrusu. Kim kimin toprağını ele geçiriyordu. Bir mekânın her insanda uyandırdığı manalar ne kadar da farklı olabiliyor. İki bakış arasındaki mesafenin açıklığı üzerinde düşünmeye değer. Biz tabii ki kaleyi Endülüs’ten kalan biricik hatıra niyetiyle ziyaret ettik.

Sao Jorge kalesi şehrin yedi tepesinden biri üzerinde kurulu. Burçlarından şehri ve boğazı izlerken zaman zaman mekân algınızın sekteye uğrayıp kendinizi İstanbul’da hissetmeniz hiç uzak bir ihtimal değil. 25 Nisan Köprüsü mesafenin etkisiyle kırmızılığını gizlediğinden, çektiğiniz fotoğrafların İstanbul’a ait zannedileceğini bile düşünüyorsunuz. Karşı tepeden sanki bütün dünya görsün diye inşa edilmiş dev Hz. İsa heykeli de olmasa kendiniz bile inanacaksınız İstanbul’da olduğunuza. Kale ana yapısıyla, Anadolu’daki herhangi bir kalede dolaşıyormuşsunuz hissini uyandırıyor da, her adım başı önünüze çıkan heykeller bu algınızı bozuveriyor.

Tarih Kokan Mahalle
Sao Jorge kalesine doğru tırmanırken yolumuzu şaşırıp kale etrafında epey dolanmışız. Yorulsak da bir şehri tanımak için yapılması gereken en güzel şeyi yaptığımız, yani sokaklarını karış karış adımladığımız için mutluyuz. Alfama bölgesinin tarih kokan sokaklarını keşfetmenin büyüsüne kapılmışken, arada bir Lizbon’un simgesi sarı renkli 28 no’lu tramvayın çan sesiyle irkilip kenara çekiliyoruz. Bu tramvay genelde turistler tarafından tercih ediliyor.

7. Eduardo Parkı
Bu arada gezi yazılarında ya da programlarında Alfama’dan bahsedilirken çok sık rastladığım “çamaşır asılı küçücük balkonlar” ifadesinin boşu boşuna vurgulanmadığına bizzat şahit oluyorum. Alfama ismi Arapça Al-Hamma’dan geliyor ve Lizbon’un 1775 yılında geçirdiği depremden sağ çıkabilmiş nadir bölgelerden biri. O yüzden geçmişe dair pek çok izi barındırıyor bünyesinde. Turistik mekânlardan biri olduğu için çok sayıda kafe ve restoran da var; gece gelirseniz buralarda geleneksel Portekiz müziği fadoyu da dinleyebilirsiniz. Restoran demişken Portekiz’de yemek saatlerine çok önem verildiğini belirtelim. Yemek yenilen mekânlar öğle ve akşam belli saatlerde açık oluyor, diğer zamanlarda kapılarını kapatıyorlar. Bunun bilgisini daha önce almış ama pek de inanamamıştık, doğruymuş. Yağmur altında dışarıda beklemek zorunda kalmış da, restorana girememiştik. İspanya’daki siesta zamanı dükkanların kapılarına kilit vurulması, Portekiz’e değişik bir tarzda yansımış sanki. Bu arada kahveyi de belirtmeden geçmeyeyim, Portekizliler Batılıların aksine filtre kahve değil, bizim Türk kahvesine çok benzer bir kahve içiyorlar.
Lizbon’un çok büyük bir bölümü 1775 yılında meydana gelen depremde yıkılmış. Şehir daha sonra tekrar inşa edildiğinden oldukça düzenli bir yapıya sahip. Geniş meydanlar ve parklar görülmeye değer. Bunlardan biri tarihî Baixa bölgesindeki zafer anıtına ev sahipliği yapan Praça do Comercio meydanı, denizin hemen kenarında yer alıyor. Eğimli bir alanda alabildiğine uzayıp giden yeşilliğiyle 7. Eduardo Parkı ve bitişiğindeki botanik bahçesi ziyaret edilmesi gereken mekânlardan. Bu parka çok yakın bir yerde sömürge ülkelerden gelen Afrikalı Müslümanların inşa ettiği hoş mimarili Lizbon Camii de bulunuyor. Ülkemizde hep aynı tipte camilerle karşılaştığımız için, yurt dışında değişik kültürlerin yansımasını gözlemleyebileceğiniz camileri ziyaret güzel oluyor. Mimarî açıdan zengin bir çeşitliliğe sahip Lizbon’da roma, gotik, barok, modern ve post modern yapıların yanında, geleneksel Portekiz mimarisi de kendini gösteriyor. Mimarî burada İslam medeniyetinden de etkilenmiş. Endülüs’ün de etkisi var elbet ama asıl etkilenme coğrafî keşifler ve sömürgecilik vesilesiyle yüzyıllarca Basra Körfezi’nde kalınmasından kaynaklanıyor. Bugün özellikle balta girmemiş hissi uyandıran doğal yapısı ve yeşilin her tonuyla insanı kendine hayran bırakan Sintra bölgesindeki şatolardaki mimaride bu etkiyi görmek mümkün.

Okyanusa Ayak Basmak
Lizbon’da Atlas Okyanusu’yla hemhal olmak, rüzgârın ruhunuza üflediği manaları çözmeye çalışırken, enginlikleri tefekkür etmek isterseniz, gidebileceğiniz iki harika mekân var: Biri Lizbon’un eski bir balıkçı kasabası olan Cascais. “Atlas Okyanusu’na ayak basmadan dönmem” diyenlerdenseniz, Cascais sahilleri ideal bir seçim olacaktır. Diğeri ise karadan Avrupa’nın en uç noktası kabul edilen Cabo da Roca bölgesi. Bir deniz fenerinin de bulunduğu 140 metre yüksekliğindeki kayalıklardan okyanusun ihtişamlı dalgalarını, sert rüzgârın getirdiği yosun ve iyot kokuları eşliğinde seyredebilirsiniz.

Lizbon’da turistlerin uğramadan gitmediği yerlerden biri de Tejo kıyısındaki Belem bölgesi. Burada coğrafî keşifler döneminde gelen giden gemileri gözlemlemek için denize inşa edilmiş Belem Kulesi bulunuyor. Kulenin hemen yanında Kâşifler Anıtı var. Coğrafî keşiflerin anısına yapılmış bu anıt bana sömürge ülkelerde yapılan zulümleri çağrıştırdığından önünde fotoğraf çektirsem de, ona ısınmam mümkün olmuyor. Zira bu noktadan başlayan coğrafî keşiflerde en büyük amaç, Batı yoluyla Doğu’ya ulaşıp başta Kudüs olmak üzere kutsal toprakların Müslümanlardan geri alınmasıydı. Ve Doğu’nun zenginlikleri Avrupa’ya aktarılarak yeni Haçlı Seferlerinde kullanılacaktı. Hele de anıttaki şu eli haçlı adam bana Portekizli gözü dönmüş komutan Albuquerque’yi hatırlattığından bir an önce anıttan uzaklaşmak bile istiyorum. Zira Müslümanlara kin bileyen bu cani insanın nihai hedefi Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi yerle bir etmek ve bununla da yetinmeyip, Sevgili peygamberimizin mezarını Hıristiyan topraklarına kaçırmaktı. Çok şükür ki emellerini gerçekleştiremedi. Yine de yüzyıllarca o kadar çok zulüm yapıldı, o kadar çok şey sömürüldü ki… İşte Jeronimos Manastırı bunun küçücük bir numunesi olarak arkamızda duruyor. Göz alıcı taş işçiliğine sahip bu manastırın inşasının her yıl 70 kilo altına mal olduğu söyleniyor. Binanın 70 yılda inşa edildiğini düşünürsek sömürünün boyutları da ortaya çıkıyor.
Kaşifler anıtı

Her gittiğimiz mekânda tarih farklı manalar fısıldıyor kulağımıza. Fısıltılar evet hoş değildi Belem’de ama haksızlık etmemeyim, Belem şu an çok güzel bir yer. “Gün akşamlıdır” diyor ya şair, artık yavaş yavaş çizgiler belirsizleşmeye, renkler silikleşmeye başlıyor. Karşı kıyıda dimdik duran Hz. İsa heykeli bir gölge siluete dönüşürken, 25 Nisan köprüsü an be an kırmızılığını kaybediyor. Güneş kimbilir kaçıncı defa veda ederken Lizbon’a, ufuktaki kızıllık siyaha bırakıyor yerini. Ve biz Belem’den ayrılmadan, belki en hoşlanacağı hediyeyi bırakıyoruz ona, secdelerimizi… Umarım beğenmiştir…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÇIKMAZ SOKAKLAR

GÜLERYÜZLÜ İNSANLARIN ÜLKESİ ENDONEZYA

YUZYILLARDIR ZIKREDEN SARAY: ELHAMRA